Budizm ve Hint Felsefeleri

Budizm ve bilimin farklılık gösterdiği muhakeme alanlarından biri de tümdengelimin rolünde yatar. Mantığın kullanımında bilimi Budizm’den en fazla ayıran şey çok karmaşık matematiksel mantığın üst düzeyde gelişmiş kullanımıdır. Budizm, diğer bütün klasik Hint felsefeleri gibi muhakeme kullanımında, tarihsel olarak, mantığı asla belirli bir çerçeveden koparılmadan çok somut kalmıştır. Buna karşın bilimin matematiksel mantığı; bir savın geçerlilik veya geçersizliğinin salt bir denklemin doğruluğuna dayanarak belirlenebileceği; muazzam bir soyutlama düzeyine olanak tanır. Bu nedenle matematik aracılığıyla erişilebilecek genelleme bir anlamda mantığın geleneksel biçimlerinde mümkün olandan çok daha üst seviyelere yükselir. Matematiğin hayret verici başarısı göz önünde tutulduğunda bazı kişilerin matematik yasalarının kesin olduğuna ve matematiğin, doğanın kendisinde saklı, gerçeğin asıl dili olduğuna inanmalarına şaşmamak gerekir.

Bilim ve Budizm arasında benim müşahade ettiğim farklılıklardan bir diğeri de neyin geçerli bir faraziye oluşturduğu üzerinedir. Burada da Popper’m kesinlikle bilimsel bir sorunun kapsamını sınırlaması büyük bir kavrayış gücüne işaret eder. Bu, herhangi bir bilimsel kuramın kendi içinde yanlış olabileceği koşulları barındırması gerektiğini tespit eden yanlış çıkabilir-lik tezidir. Örneğin Tanrı’nın dünyayı yarattığı kuramı asla bilimsel bir kuram haline gelemez çünkü kuramın yanlış olabileceğinin gösterilebildiği koşulların bir açıklamasını içeremez. Bu kıstası ciddiye alırsak, o halde ahlâk, estetik ve tinsellik gibi insan varlığımızla ilişkili birçok soru bilimin alanının dışında kalır. Buna karşın Budizm’deki arayışın alanı bu hedefle sınırlı değildir. Değerlerin sorgulanmasının yanında deneyim dünyasının öznelliğini de kucaklar. Başka bir deyişle bilim, ampirik bulgularla uğraşır, metafizik ve ahlâkı bir yana bırakırken Budizm için her üçünün de eleştirel araştırılması esastır.

Popper’ın yanlış çıkabilirlik tezi benim kendi Tibet Budist felsefi geleneğimin önemli bir yöntemsel ilkesiyle uyumludur. Bunu “olumsuzlama çerçevesi ilkesi” olarak adlandırabiliriz. Bu ilke “bulunmayan” ile “bulunan ama var olmayan” arasında temel bir farklılık olduğunu öne sürer. Bir şeyi arar ve onu bulmakta başarısız kalırsak bu, o aradığımız şeyin var olmadığı anlamına gelmez. Bir şeyi görmemek onun var olmadığını anlamakla aynı değildir. Bir şeyi anlamamak ve onun var olmadığını anlamak arasında bir rastlantı olması için, arama yöntemi ve aranan olgu orantılı olmalıdır. Örneğin okuduğunuz sayfada bir akrep görmemek sayfada bir akrep olmadığının yeterli delilidir. Çünkü sayfada bir akrep olsa çıplak gözle görülebilmesi gerekir. Buna karşın sayfanın üzerine basıldığı kâğıtta asit görmemek kâğıtta asit olmamasıyla aynı şey değildir, çünkü insan asidi kâğıtta görebilmek için çıplak gözden başka aletlere gereksinim duyabilir. Buna ilaveten on dördüncü yüzyıl filozofu Tsongkha-pa muhakeme tarafından olumsuzlanan ile muhakemenin olumlamadığı arasmdakinin yanı sıra eleştirel analize dayanamayan ile böylesi bir analiz tarafından yıkılan arasında da benzer bir farklılık olduğunu öne sürmüştür.

Bu yöntemsel farklılıklar muğlakmış gibi durabilir ama insanın bilimsel analizin kapsamını algılamasında hatırı sayılır anlamları vardır. Örneğin bilimin Tanrı’nm varlığını kanıtlama-’S olması, tanrıcı bir geleneği takip edenlerin gözünde Tanrı’nın var olmadığı anlamına gelmez. Buna benzer olarak, salt bilimin hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde canlıların yeniden doğmadığını kanıtlamış olmaması yeniden dünyaya gelmenin olanaklı olmadığı anlamına gelmez. Bilimde şimdiye dek bizimkinin dışında herhangi bir gezegen üzerinde yaşam bulamamış olmamız gerçeği, başka bir yerde yaşam olmadığı anlamına gelmez.

Böylece, 1980’lerin ortalarında Hindistan’dan yaptığım sayısız gezide birçok filozof ve bilim adamı ile tanıştım ve onlarla hem kamuya açık hem de özel çeşitli görüşmeler yaptım. Bunlardan bazıları, özellikle de başlarda pek de verimli değildi. Bir seferinde, Soğuk Savaş’m en hararetli günlerinde, Moskova’da; bilince dair görüşlerimi, savunduğumu düşündükleri dinsel ruh kavramına hemen saldırıyla karşılayan bazı bilim adamlarıyla toplantıya katılmıştım. Avustralya’da bir bilim adamı sunumuna; dinden herhangi bir saldırı geldiği takdirde, nasıl bilimi savunmak üzere orada bulunduğuna ilişkin bir parça düşmanca bir beyanatla başlamıştı. Buna karşın 1987 yılı benim bilimle meşguliyetimde önemli bir aşamaya işaret eder. O, ilk Zihin ve Yaşam konferansının Dharamsala’daki ikametgâhımda toplandığı seneydi.

Toplantı Paris’te eğitim veren Şilili nörolog Francisco Varela ve Amerikan işadamı Adam Engle tarafından örgütlenmişti. Varela ve Engle bana diyalog ruhuna yakınlık duyan, çeşitli disiplinlerden bir grup bilim adamını bir araya getirme ve bir hafta sürecek tartışmaya açık ve gayri resmi özel müzakereye girişme önerisini getirmişlerdi. Bu fikrin üstüne atladım. Bilim hakkında çok daha fazla şey öğrenmek ve bilimsel düşüncede en son araştırma ve ilerlemeler hakkında bir şeyler öğrenmek için eşsiz bir fırsattı. İlk toplantıdaki tüm katılımcılar o denli hevesliydiler ki süreç, her iki yılda bir, tam bir hafta süren toplantı şeklinde bugüne kadar devam etti.

Varela’yı ilk defa Avusturya’da bir konferansta gördüm. Aynı yıl onunla bire bir karşılaşma olanağını buldum ve ânında dost olduk. Varela gözlüklü, cılız bir adamdı ve çok yumuşak bir edayla konuşurdu. Zeki ve mantıklı bir beyni olağanüstü berrak bir ifadeyle bağdaştırıyordu ki bu da onu sıra dışı bir öğretmen kılıyordu. Budist felsefe ve onun tefekkür geleneğini çok ciddiye alıyordu ama sunumlarında süslenmemiş ve tarafsız bir biçimde temel bilimsel düşüncenin halihazırdaki yaklaşımını yansıtıyordu. Varela ve Engle’a ve ayrıca, büyük bir cömertlikle bilim adamlarını Dharamsala’ya getirme olanaklarını temin eden, Barry Hershey’e minnettarlığımı ne kadar belirtsem azdır. Bu söyleşilere iki yetenekli çevirmen, Amerikalı Budist âlim Alan Wallace ve kendi çevirmenim Thupten Jinpa ile katıldım.

Bu ilk Zihin ve Yaşam konferansında Batı’daki bilimsel yöntem gelişmelerinin tam bir tarihsel dökümüne ilk defa olarak maruz kaldım. Benim açımdan özellikle ilginç olan, paradigma kayması yani bir kültürün dünyaya bakışındaki temelden değişimler ve bunun bilimsel anlayışın tüm yönlerine etkisi fikriydi. Bunun klasik bir örneği yirminci yüzyıl başlarında, klasik New-ton fiziğinden görecelik ve kuantum fiziğine geçişte gerçekleşen kaymadır. Paradigma kaymaları fikri başta beni şoka uğrattı. Yeni keşiflerin insanlığın dünyaya dair birikimli ortak bilgide adımları temsil ettiği bilimi, gerçek hakkında nihai doğruyu dur durak bilmeksizin arama olarak görmüştüm. Bu süreçte yapılabileceklerin en iyisi nihai bir tam ve mükemmel bilgiye ulaşabilmemiz olurdu. Şimdiyse herhangi bir paradigmanın ortaya çıkışında öznel unsurların işe karıştığını ve bu nedenle de bilimin ulaşmamızı sağladığı tamamıyla nesnel gerçeklikten söz ederken tedbirli olmanın gerektiğini duyuyordum.

Açık görüşlü bilim adamları ve bilim filozoflarıyla konuştuğumda onların bilimi son derece nüanslı bir anlayışları ve bilimsel bilginin sınırlarını kavrayışları olduğu aşikâr hale geliyordu. Üstelik hem bilim adamları arasında hem de onların dışında, gerçekliğin tüm yönlerinin bilim kapsamına girdiğine ve girmesi gerektiğine inanıyor görünen çok sayıda kişi vardı. Yeterli zaman tanınırsa, toplum geliştikçe bilimin sürekli olarak inançlarımızın (bilhassa da dinsel inançların) yanlışlığını ortaya çıkartacağı, böylece sonunda aydınlanmış laik bir toplumun çıkacağı düşüncesi hâkimdi. Bu görüş 1950’lerde Komünist Çin önderleriyle ilişkilerimde ve Tibet’te Marksist düşünce üstündeki incelemelerim sırasında keşfettiğim üzere, Marksist diyalektik materyalistler tarafından da paylaşılmaktaydı. Bu görüşe göre bilim, dinin Tanrı’nın varlığı, lütuf ve ebedi ruh gibi birçok savından kurtulmuş olarak algılanmaktaydı. Bu kavramsal çerçeve içinde ise bilim tarafından kanıtlanmayan ya da onaylanmayan her şey ya yanlış veya önemsizdi. Böylesi bakış açıları gerçekte de onları savunanların metafizik önyargılarını yansıtan felsefi varsayımlardan ibaretti. Bilimde nasıl dogmatizmden kaçınmamız gerekirse, tinsellik de aynı sınırlamalardan azat olmalıdır.

Bilim insan deneyimi ve gerçekliğinin o kendini, deneysel gözlem, sayılandırma ve ölçüm, tekrar edilebilirlik ve öznel ötesi doğrulamaya (başka bir deyimle “Evet, aynı şeyi görüyorum. Aynı sonuçları alıyorum” diyebilen birden fazla kişi) açık belirgin bir sorgu yöntemine adayan tarafıyla uğraşır. Bu nedenle geçerli bilimsel çalışma; insan bedeni, göksel cisimler, ölçülebilir enerji ve yapıların nasıl işlediğini içeren maddi dünya ile sınırladır. Bu yoldan üretilen deneysel bulgular daha ileri deneylerin ve bilim kavrayışının daha kapsamlı bütününe dahil edilebilecek genellemelerin temelini oluşturur. Bu ise aslında bilimi meydana getiren günümüz paradigmasıdır. Bu paradigma açıkçası gerçekliğin tüm yönlerini, özellikle de insan varlığının doğasını açıklamaz ve açıklayamaz. Bilimin araştırmakta usta olduğu, maddenin nesnel dünyasına ek olarak, duygular, duyarlılıklar, düşünceler ve onlar üzerine inşa edilen değerler ile ruhani emellerin öznel dünyası da vardır. Bu âlemi gerçeği anlayışımızda yapıcı bir rolü yokmuş gibi ele alırsak, kendi varoluşumuzun zenginliğini kaybederiz ve anlayışımız da etraflı olamaz. Kendi varlığımızı da içeren gerçek, nesnel bilimsel materyalizmin olası gördüğünden çok daha fazla karmaşıktır.

Bilimin en ilham verici taraflarından biri, dünyayı kavrayışımızın yeni buluşların ışığında değişmekte oluşudur. Fizik disiplini halen yirminci yüzyıl başlarında görecelik ve kuantum mekaniğinin ortalığı karıştırmasıyla boğuşmaktadır. Filozofların yanı sıra bilim adamları da sürekli olarak gerçeğin çelişkili modelleriyle (mekanik ve tahmin edilebilen bir evren öngören Newton modeli ile daha karmaşık bir uzay öneren görecelik ve kuantum mekaniği) yaşamak zorundadırlar. Bu ikinci modelin dünya anlayışımıza getirdikleri hâlâ tamamen açığa kavuşmamıştır.

Benim kendi dünya görüşüm kadim Hindistan’ın aydın çevrelerinde ortaya çıkan Budizm’in öğretileri ve felsefesine dayanır. Kadim Hint felsefesiyle küçük yaşta tanıştım. O zamanki öğretmenlerim o sıralarda Tibet Naipleri olan Tadrak Rinpoçe ve Ling Rinpoçe idi. Tadrak Rinpoçe çok saygı gören ve epeyce sert, yaşlı bir adamdı. Ling Rinpoçe çok daha gençti; her zaman kibar, yumuşak huylu ve çok kültürlü birisiydi ama (en azından ben çocukken) çok konuşan biri değildi. Her ikisinin yanında da dehşete kapıldığımı hatırlıyorum. Bana öğretileni müzakere etmek için bana yardımcı olan birçok felsefe yardımcım vardı. Bunların arasında Trijang Rinpoçe ve ünlü Moğol âlim keşişi Ngodrup Tsokniyi de bulunuyordu. Tadrak Rinpoçe vefat ettiğinde, Ling Rinpoçe kıdemli hocam oldu ve Trijang Rinpoçe de kıdemsiz hocalığa terfi etti.

Bu ikisi resmi eğitimimin sonuna kadar hocalarım olarak kaldılar ve her ikisinden de sürekli olarak Tibet Budist mirasının çok sayıdaki silsilesini aldım. Yakın arkadaştılar ancak çok farklı karakterlerdeydiler. Ling Rinpoçe pırıl pırıl kel kafalı tıknaz bir adamdı ve güldüğünde tüm bedeni titrerdi. Koca bir vücudu ama küçük gözleri vardı. Trijang Rinpoçe bir Tibetli için bayağı sivri burunlu, uzun, ince, çok zarif ve şık birisiydi. Yumuşak başlıydı, şarkı söylediğinde melodikleşen kalın bir sesi vardı. Ling Rinpoçe keskin bir mantığa sahip, sivri bir filozof ve inanılmaz bir hafızası olan iyi bir tartışmacıydı. Trijang Rinpoçe, seçmeci sanat ve edebiyat hâkimiyetiyle kendi neslinin en büyük şairlerinden biriydi. Huylarım ve doğal yeteneklerim göz önünde bulundurulduğunda, Ling Rinpoçe’ye diğer hocalarımdan çok daha fazla yakınım sanırım. Belki de Ling Rinpoçe’nin yaşamım üzerinde en çok iz bırakan kişi olduğunu söylemek doğru olur.

Kadim Hint ekollerinin çeşitli inançlarını öğrenmeye başladığımda bunları kendi kişisel deneyimlerim ile ilişkilendirme-min hiçbir yolu yoktu. Örneğin Samkhya neden-sonuç ilişkisi kuramı her türlü etkinin, zaten nedenin içinde olanın ortaya konması olduğunu söyler; Vaişeşika genellemeleri, kuramı herhangi bir nesne sınıfı çoğulluğunun tüm özgüllüklerden bağımsız olan kalıcı bir ideal genelliğe sahip olduğunu öne sürer. Ya-radanın varlığını kanıtlayan Hint tinsel delilleri olduğu gibi, aksini gösteren Budist karşı iddiaları da mevcuttur. Ek olarak Budizm içinde var olan çeşitli ekollere ait öğretilerin arasında bulunan, içinden çıkılması güç birçok farklılığı da öğrenmek durumundaydım. Tüm bunlar, merakını daha çok saat veya motorlu araçları dağıtmak ile yeniden toparlamaya ve Life dergisinin sayılarıyla kitaplardaki İkinci Dünya Savaşı fotoğraflarına kendini vermeye yönelten, ergenlik öncesi bir erkek çocuğun ilgi duyması için fazla gizli saklı şeylerdi. Aslında Babu Taşi jeneratörü parçalayıp temizlediğinde ona yardım etmeye kalkmıştım. Bu iş o denli hoşuma gitmişti ki çoğu zaman derslerimi, hatta yemeği bile unutuyordum. Felsefe yardımcılarım dersleri gözden geçirmek üzere yardıma geldiklerinde aklım hep jeneratör ve onun sürüyle parçasında kalırdı.

Ama on altı yaşıma bastığımda işler değişti. Olaylar hızla gelişiyordu. Çin Ordusu 1950 yazında Tibet sınırına eriştiğinde, Naip Tadrak Rinpoçe benim için ülkenin tam zamanlı önderliğini ele alma zamanının geldiğini ileri sürdü. Kim bilir, bu belki de yaklaşan krizin acı gerçeğinin beni zorladığı, eğitimin esas değerini kafama kazıdığı, çocukluğumun yitip gidişiydi. Nedeni ne olursa olsun Budist felsefe, psikoloji ve tinselliğiyle uğraşım, on altı yaşımdan itibaren, nitelik olarak değişti. Bu çalışmaları sadece bütün kalbimle sürdürmekle kalmadım, incelediklerimin birçok tarafını da dışarıdaki dünyanın yaşam ve olaylarına dair anlayışımla ilişkilendirmeye başladım.

Ben eğitim, tefekkür ve Budist düşünce ile uygulamanın meditasyon tasavvuruna derinlemesine daldıkça, Tibet’in ülkedeki Çin güçleriyle uğraşısı (karşılıklı olarak tatmin edici bir tür siyasal çözüme ulaşma çabası içinde) giderek daha karmaşık hale gelmeye başladı. Nihayet, geleneksel eğitimimi tamamladım. Bunun arkasından geleneksel kuramsal eğitimimin zirvesine damgasını vuran ve bugüne kadar benim için büyük bir hoşnutluk kaynağı olmaya devam eden bir olay meydana geldi. Geşe sınavım için binlerce keşişin huzurunda kutsal Lhasa kentine yerleştim. Bundan kısa süre sonraysa merkezi Tibet’teki bunalım beni vatansız bir mülteci yaşamına girişmek üzere, anayurdumdan Hindistan’a kaçmaya zorladı. Bu, halen benim yasal statümdür. Ancak kendi ülkemin vatandaşlığını kaybederek bu olguda daha büyük bir anlam buldum; samimi olarak bir dünya yurttaşı olduğumu söyleyebilirim.

Benzer Yazılar

Leave a Reply