Budist araştırmacı geleneklerine göre, biz Tibetliler Budist felsefe düşüncesi ve ruhani öğretisinin doğum yeri olan klasik Hindistan’a muazzam düzeyde borçluyuz. Tibetliler Hindistan’a her zaman “Soyluların Yurdu” olarak atıfta bulunurlar.
Burası, yazıları Tibet halkının ruhsal geleneğini ve felsefi düşüncesini temelden şekillendiren Buda’ya ve bir dizi yüce Hint ustasına (ikinci yüzyıl filozofu Nagarjuna, dördüncü yüzyıl ışıkları olan Asanga ve erkek kardeşi Vasubandhu, büyük ahlâk öğretmeni Şantideva ve yedinci yüzyıl mantıkçısı Dharmakirti) yaşam veren ülkedir.
1959 Martı’nda Tibet’ten kaçışımdan beri ben ve çok sayıda Tibetli mülteci çok büyük bir şans eseri Hindistan’da ikinci bir vatan bulduk. Sürgünümün ilk yıllarında Hindistan Cumhurbaşkanı çok ruhani bir insan ve saygı gören bir hukuk âlimi olan Dr. Rajendra Prasad idi. Yardımcısı ise daha sonradan cumhurbaşkanlığına getirilen felsefe konusundaki mesleki ve kişisel ilgisi herkesçe bilinen, Dr. Sarvepalli Radhakrişnan’dı. Bir seferinde felsefi bir tartışmanın göbeğinde Radhakrişnan’ın, ezberden Nagarjuna’mn klasiği Orta Yolun Temel Bilgeliği’nden bir kıta zikretmesi hâlâ çok canlı biçimde hatırımdadır. Hindistan, 1947’deki bağımsızlığından bu yana seçkin düşünür ve bilim adamlarını ulusun başkanlığına getirmek gibi soylu bir geleneği sürdürmektedir.
Yaklaşık seksen bin Tibetli mülteciyi Hindistan’ın çeşitli kısımlarına yerleştirmek, gençler için okullar kurmak ve tehdit altındaki bir kültürün müesseselerini korumaya çalışmakla geçen on yıllık zorlu bir alışma devresinden sonra 1960’larm sonlarına doğru kendi uluslararası gezilerime giriştim. Temel insan değerlerinin önemine dair anlayışımı paylaşmaya, dinler arası anlayış zeminini savunmaya ve Tibet halkının hak ve özgürlüklerini geliştirmeye ek olarak, gezilerim sırasında ilgi alanlarımda tartışma ve bilim ile yöntemleri hakkmdaki anlayışımı daha da derinleştirmek üzere önde gelen bilim adamlarıyla tanışma fırsatını değerlendirdim. 1960’larm başı gibi erken bir zamanda dahi Kuzey Hindistan, Dharamsala’daki ikametgâhımda bazı değerli misafirlerimle bilim ile din arasındaki ara yüzeyin cepheleri hakkında tartıştım. Bu dönemdeki toplantılarımdan en hatırımda kalan iki tanesi Budizm’e derin bir ilgi besleyen ve bana Hıristiyanlığı tanıtan, Trap keşişi Thomas Merton ve din âlimi Huston Smith ile geçti.
İlk bilim öğretmenlerimden (ve en yakın bilim adamı dostlarımdan) biri de, Batı Alman cumhurbaşkanının erkek kardeşi, Alman fizikçi ve filozof Cari von VVeizsâcker’dir. Von Weizsâcker kendisini fizikçi olarak eğitim görmüş, siyasal açıdan etkin bir profesör olarak tanımlasa da 1930’larda kuantum fizikçisi Wer-ner Heisenberg’in asistanı olarak çalışmaktaydı. Onun bilimin (bilhassa ahlâki ve siyasi sonuçları açısından) etkileri hakkında sürekli endişe duyan bir insan olarak verdiği bulaşıcı ve ilham verici örneği asla unutamam. Dur durak bilmeden felsefi sorgunun katılığım, sürekli zorlamak için bilim etkenliğine uygulamaya uğraştı durdu.
Çeşitli seferlerde uzun dostane sohbetlere ilaveten von Weiz-sacker’den bilim temaları üzerine kimi biçimsel özel dersler alma şansına da nail oldum. Bu dersler kendi Tibet Budizm’i geleneğinden bana tanıdık gelen bire bir bilgi iletimlerinden pek de farklı olmayan bir tarzda yürütüldü. Von Weizsâcker bana kuantum fiziği ve felsefi sonuçları üzerine yoğun ders verirken, birçok kez bu konuya iki tam gün zaman ayırma olanağına sahip olduk. Değerli zamanından bu kadar çoğunu bana ayırması ve ayrıca, özellikle de pek nadir olmadıklarını itiraf etmek zorunda olduğum, kendimi zor bir kavramla boğuşur bulduğum zamanlardaki sabrının büyüklüğünden dolayı bana göstermiş olduğu muazzam şefkatten ötürü son derece minnettarım.
Von Weizsâcker bilimdeki deneyselliğin önemini vurgulamakta ısrarlıydı. Madde iki yoldan bilinebilir diyordu, olgu olarak verilebilir ya da sonuçlarından tanınabilir. Mesela bir elmanın üzerindeki kahverengi bir leke gözle görülebilir, bu durumda olgu olarak tanımlanmıştır. Ama elmada bir kurtçuk bulunması olasılığı, elmalarla kurtçuklar hakkmdaki genel bilgimize dayanarak lekeden yola çıkarak varabileceğimiz bir önermedir.
Budist felsefede bilimsel bir önermenin sınanacağı araçların analize tabi nesnenin doğasıyla uyum içinde olması ilkesi vardır. Örneğin bir önerme, insanın kendi varlığı-da dahil olmak üzere, izlenebilir dünya gerçeklerine ilişkinse o takdirde önermenin olumlanması veya reddedilmesi ampirik deneyle yapılacaktır. Nitekim Budizm doğrudan gözleme dayanan ampirik yöntemi öne çıkartır. Bunun tersine, eğer önerme dünyaya ait tecrübelerimizden kaynaklanan genellemelerle ilintiliyse (mesela yaşamın geçici doğası veya gerçekliğin birbiriyle bağlantılı olması) bu durumda öncelikle çıkarım biçiminde mantığa başvurarak kabul ya da reddedilebilir. Budizm böylece mantıksal çıkarım yöntemini (von VVeizsâcker tarafından sunulan modelin tamı tamına aynısını) kabul eder.
Sonuç olarak Budist bakış açısından gerçeğin, aydınlanmamış zihin için karanlıkta kalabilen başka bir gerçeklik düzeyi daha vardır. Geleneksel olarak bunun tipik bir yansıması karma yasasının anlaşılması en zor işleyişlerinde ve dünyada neden bu kadar çok varlık türü bulunduğu sorusunda yer alabilir. Yazıttan, sadece bu önerim kategorisinde potansiyel olarak geçerli bir otorite kaynağı olarak söz edilir ve Budistlere özgü bir durum olarak, Buda’nın vasiyeti, varoluş doğasının incelenmesinde ve kurtuluşa giden yolda güvenilir olduğunu ispatlamıştır. Üç doğrulama yöntemi (deneyim, yargı yürütme ve güvenilir bir otorite) ilkesi sadece ima edildiğinden, Budist düşüncenin ilk gelişiminde gölgede kalmış ve bunu sistematik bir felsefe yöntembilimi olarak ilk formülleştirenler büyük Hint mantıkçıları Dignaga (beşinci yüzyıl) ve Dharmakirti (yedinci yüzyıl) olmuşlardır.
Benzer Yazılar
- Burçlar ve Yaratıcılık: Sanatsal Enerjinizi Keşfedin
- Tarot Kartları ve İçsel Şifa
- Astroloji ve Sağlık: Hangi Burç Hangi Organı Temsil Ediyor?
- Tarot Falı ve Günlük Pratikler: Kendi Kartınızı Çekme
- Rüyalarınızda Ölen Kişilerin Mesajları