Mumbai

Mumbai

logoAndaman Adaları’nda bir rahip olmanın zorluklarından haberdarmısınız. Kendisiyle birlikte iki rahip, yirmi yedi bölgede yedi bin kişiden fazla bir cemaate hizmet vermekte epeyce zorlanıyorlardı. Az ötede iri yapılı ve sarışın iki İsveçli, büyük olasılıkla, Bangkok’tan kaçak getirilmiş ucuz altın bir saati teknenin makinistine kakalamaya çalışıyordu. Adam son teklif olarak beş yüz rupiyle pazarlığı kapadı; yani on yedi dolar gibi bir şey.

İsveçliler önce vazgeçmiş göründüler ama sonunda kabul ettiler. Paraları yırtık blucinlerinin ceplerine koyarken, heyecanlarını belli etmemek için kendilerini tutuyorlardı ama makinist gider gitmez aralarında gülüşüp şakalaşmaya başladılar.

Havelock kıyılarına yaklaşırken adanın balta girmemiş ormanlarla kaplı olduğu görülüyordu. Doğu kıyılarinda kireçtaşı kayalıklar yükseliyordu. Ve tepeden beyaz gövdeli bir kartal suya doğru alçalarak bir balığı kaptığı gibi uçup gitti. Yamurıa ağır ağır bir burunu döndü ve Havelock iskelesi göründü.

Tekne yanaşır yanaşmaz, Neeraj yan taraftan iskeleye atlayıp diğer yolcuların önünden köye doğru koştu.

Ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştım. Peder Soares de tekneden inerken dönüp bana Reno konusunu ima eden anlamlı bir gülücük gönderdi. Neeraj o sırada dönmüştü. Hemen kendisini izlememi söyledi ve beni dosdoğru resmi bir bina olduğunu söylediği, hindistancevizi ağaçlarının ortasında deniz kıyısındaki ahşap bir bungalova götürdü. “Ha velock’a daha önce çok geldim” dedi. “Burada bir oda bulmak için uyanıklık etmek gerekir.”

Tekneden atlayışının nedenini o ana kadar çözememiştim. Oysa bungalov burada kalınacak tek yerdi ve sadece iki odası vardı. Biri Havelock’a görevli gelen bir polis şefine ayrılmıştı bile. Biz de hemen öbür odayı tuttuk. Yomuna dan inen tüm yolcular geri çevrildi. isveçliler bungalovun ofis olarak kullanılan odalarından birinde yerde yatmak zorunda kaldılar. Alman bir grup kumsalda yattı. Bombay’dan balayma gelen bir çift de, kafenin işletmecisiyle karısının kaldığı odayı paylaştılar.

Adada ulaşım ikinci bir sorundu. Eski püskü bir belediye otobüsü adadaki iki köy arasında gidip geliyordu. Ormana gidip ‘işçi’ filleri görmek istiyorduk ama yaya olarak bu yol günlerce sürebilirdi. Neyse ki Neeraj zehir gibiydi; hemen ormandan kereste taşıyan adalı bir kamyonetçi buldu ve bizi de ormana atı vermesini rica etti.

Üçümüz ormanda bir yol kıvrımında bir Andaman mamutu ile burun buruna geldik. Sultan adındaki bu muazzam yaratık, beş filden oluşan bir ekibin lideriydi. Yirmi beş yaşındaydı. Sultan bize ışıl ışıl gülümsedi ve işinin başına döndü. O sırada dişleriyle koskoca ağaç gövdelerini itmekle meşguldü. “Bu dişler kim bilir ne değerlidir!” dedi Neeeraj. Sultan’ın diş yapısından etkilenmişti.

Dev filin omuzlarının üstünde genç bir mahout oturuyordu. Bengladeşli bir göçmen olan mahout, hayvanın dilinden çok iyi anlıyordu. Hafifçe ayak topuklarını hayvanın gövdesine değdirerek ve elindeki tahta sopayla da alnına vurarak ona kolayca her şeyi yaptırıyordu. Ama hayvanın pek de idare edilmeye ihtiyacı yoktu. İşini yapmaya çok hevesliydi; hatta işi bitince düş kırıklığına uğradığını söyleyebilirim.

Benzer Yazılar

Leave a Reply