HİNDİSTAN AŞK ANITI

HİNDİSTAN AŞK ANITI

İnsanın yüreği bazen bulunduğu yere kenetlenir kalır…
“Görücü” usulü dediğimiz evlilikler her zaman duygu ve aşktan yoksun ilişkiler olarak kalmaz; bazen mutlu ve uyumlu aşklara dönüşür, bazen ömür boyu süren bir ateş gibi için için yanar durur. Ne de olsa, Kama Sutra, bir Hint eseridir.
Bir Batılının gözünde Hindistan’ın sembolü sayılan Tac Mahal yeryüzündeki en büyük aşk anıtıdır. Bir Moğol imparatorunun yüreğinin acısıyla, karısının ölümünün ardından yaptırdığı bu muhteşem anıtın büyüleyici bahçelerinde, yaşlı bir adamla karşılaşmıştım. Şah Cihan’ın onun bedeninde yeniden dünyaya gelmiş olabileceğini çok düşündüm. Kar beyazı sakalları vardı, ağzında tek bir diş kalmamıştı, koyu renk cildi kırış kırış olmuştu. Öğlen sıcağında uzun, siyah bir ceket giymişti; oldukça resmi bir kıyafet içinde, eski püskü bastonuna abanmış, vişne rengi çerçeveleri olan kalın camlı gözlüğünün ardından dünyayı izliyordu. Gabriel Garcia Marquez’in kitaplarından fırlamış bir karakteri andırıyordu.

“Yetmiş yıldır hemen hemen her hafta buraya gelirim” diye anlattı. “Bir zamanlar karımla şu havuzun kenarında, gölgede otururduk. Bir sepet samosa yapardı ve saatlerce birbirimizin ağzına yedirerek sepeti bitirirdik. Tac Mahal’in duvarlarından yansıyan ışığın altında çok güzel görünürdü.”

Gerçekten de, burada ışık çok farklıydı; ressamların, “Vene dik’in ışığı dünyanın hiçbir yerindeki ışığa benzemez” dediği gibi. Belki de, Tac Mahal’in duvarları sadece ışığı değil, aşkı yansıttığı için daha da farklıydı.
“Karım öldüğünde” diye Krishnan öyküsüne devam etti, “her gün buraya gelmeye devam ettim.

Burada ona, kendimi çok yakın hissediyorum evimizde hissettiğimden daha yakın. Çünkü en mutlu anlarımız burada geçmişti. Kırk yıl kadar şu çitlerin kenarında her akşamüzeri kendi kendime dolaştım durdum ama pek de kendi kendime sayılmazdım. Havuzun kenarına oturup gözlerimi kapattığımda, hâlâsamosalaım tadını ağzımda hissedebiliyordum.”
İki çocukları olmuştu ama yıllar önce biri Delhi’ye diğeri Chan digarh’a yerleşmişti. Krishnan asla Agra’dan ayrılmayı düşünmemişti. Ömrü boyunca üç kez kentten ayrılmış, her seferinde dayanılmaz bir yalnızlık duygusu içinde geri dönmüştü; ancak tekrardan Tac Mahal’in bahçesine geri geldiğinde bu yalnızlık acısının dindiğini hissederek mutlu olabilmişti.

Son yıllarda hükümet mozole girişi için bilet kesmeye başlamıştı. İki rupi on sentten az bir miktar olmasına rağmen Krishnan emekli aylığıyla böyle bir savurganlık yapamayacak durumdaydı. Artık sadece Cuma günleri, girişin bedava olduğu günlerde buraya gelebiliyordu. “Bütün haftayı sadece Cuma gününü bekleyerek geçiriyorum.”

Tac Mahal her an turistlerle dolup taşıyordu. Cuma günleri de dahil olmak üzere. Burada boş boş gezinenlerin çoğu Hintliydi ama otobüs dolusu Alman, İngiliz, Fransız, Amerikalı, Japon turistler de geliyordu. Krishnan hiçbirine aldırmıyor, hatta onları görmüyordu bile. Onun Tac Mahal’e gelmesi için özel bir saati yoktu. Sabahları, bembeyaz mermerlerde güneş ışınlarının parıldayışını sayısız kere izlemişti. Mermerin içine gömülmüş yarı değerli taşların parıltısı insanın gözlerini acıtıyordu.

Krishnan buraya akşam saatlerinde de çok gelmişti. “Güneş o saatlerde kıpkızıl bir kuyrukluyıldız şeklini alarak mozoleyi sapsarı bir renge boyar, sonra turuncu, pembe ve koyu bir mor renge çevirdikten sonra yerini aya bırakır” diye anlatıyordu.

Geceleri, herkes gittikten sonra sessizlikte de çok kereler burada oturmuştu. “Taptaze ve berrak bir gecede insan Juna nehrinin bataklığa dönüşmüş sularından gelen sivrisinekleri bile hissetmez” diyordu. “İnsan elinden çıkma bembeyaz, saf mermerden minarelerin cennetin sonsuz karanlığı üzerindeki silueti büyüleyici bir kontrastır. İnsan bu görüntü karşısında başka hiçbir şey düşünemez halde kalakalır.”

Krishnan Tac Mahal’i günün her saatinde farklı açılardan görmüştü. Nöbetçilerden biri arkadaşı olduğu için, bir gece yarısı yaldızlı kubbenin tepesine çıkmasına bile izin vermişti. Krishnan yapıyı tepeden tırnağa incelemiş, yerin altında, en ender taşlarla bezenmiş mezar odasında ölümün yüzyıllardır bıraktığı sıcak, nemli ve yoğun havayı hissetmişti. Kendi bir Hindu olsa da, Müslümanların kutsal Kâbesinden huşu ve saygıyla bahsediyordu. “Tanrı sevgidir” diyordu. “Ve bu da, kesinlikle bir sevgi anıtı.”

“Şah Cihan buraya gömülmeyi istememiş” diye anlatıyordu. “Tac Mahal’in sadece karısı Mümtaz Banu için inşa ettirilmiş bir mezar olarak kalmasını istemiş. Mümtaz ne demek bilir misiniz? Eşsiz demektir. Karısı gerçekten de, eşsiz bir kadındı. Şah kendi mezarı için Tac Mahal’in eksiksiz bir kopyasını yaptırmak istemiş ama beyaz yerine siyah mermerden bir mezar düşünmüş. Mükemmel bir ayna yansıması zira bir kadın kocasının eksiksiz bir yansımasıdır.”
Sol tarafımızda bir ağacın altında bir aile, yere bir battaniye sererek piknik yapmaya hazırlanıyordu. Baba, küçük bebeği tek eliyle başının üzerine kaldırıp havaya atıp tutuyordu. Çok mutlu görünüyorlardı. Anne yiyecek paketlerini açıyordu: Metal kutularda köri çeşitleri, ince folyolara sarılmış ekmek dilimleri ve bir sepet kahverengi samosa.
“Siyah mermerden o mozole neden yapılamadı?” diye sordum.

Benzer Yazılar

Leave a Reply