SONSUZ BİR EVRENDE HER ŞEY MÜMKÜNDÜR

SONSUZ BİR EVRENDE HER ŞEY MÜMKÜNDÜR

Beş yüzyıl önce Evren küçük bir yermiş gibi gözüküyordu. Dünya’nm, yani evimizin, Evren’in en önemli şeyi olduğuna ve merkezinde bulunduğuna yaygın olarak inanılmaktaydı. Güneş ve bilinen beş gezegenin (Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn) Dünya etrafındaki yörüngelerde dolaştıkları düşünülüyordu ve yıldızlar Dünya etrafında, gezegen yörüngelerinin ötesinde, günde bir kez dönen küresel bir kabuğa tutunmuş ışık noktaları olarak kabul ediliyordu. Gün, gece ve mevsimlerin ritmi dışında bu düzen değişmez ve sonsuz gözüküyordu. 16. yüzyılın sonunda Giordano Bruno, Katolik öğretinin^ ana görüşüne karşı gelen fikirleri benimsediği için yakılarak idam edildi. Bu fikirlerin içinde yıldızların başka güneşler olduğu ve Evren’in başka bir yerinde başka gezegenler ve yaşamın olduğu gibi fikirler vardı. Gerçi bu inancı mahkûmiyeti için temel sebep değildi.

Antik çağlarda bile Dünya’nın Güneş’in etrafında döndüğünü düşünen filozoflar olmuştu, ama bu fikirler 16. yüzyıldan önce geniş bir kabul kazanmamıştı. Bugünkü Evren anlayışımıza yol gösteren kesintisiz araştırmayı başlatan Copemicus’tu. Fikirlerinin sarsıcı olması sadece, Dünya’nın Güneş yörüngesinde hareket ediyor olması gerektiği önermesinden değil, aynı zamanda Dünya’nın Güneş’e eşlik eden gezegenlerden sadece biri olduğu çıkarımını yapmasındandı. Diğer gezegenler kozmik tasarıda uzaydaki evimiz kadar önemli olabilirlerdi.

Diğer sarsıntı yaratan şey, Güneş’in gökyüzündeki en önemli nesne değil, sadece sıradan bir yıldız olabileceği önerişiydi. 1576’da İngiltere’de Thomas Digges, bir teleskoptan Samanyolu’na bakıp bir sürü yıldız gördükten sonra, Prognostication Everlasting isimli ında tüm yönlere yayılmış yıldızlarla kaplı Evren’in sonsuz olduğunu belirtti. Bruno 1580’ler de İngiltere’deyken bu fikirlerle tanışmıştı.

Galileo Galilei ve Johannes Kepler, Copernicus’un çalışmasını sağlam temellere oturttular ve 17. yüzyıl astronomları her yıldızın Güneş’imiz kadar parlak, ama uzak olduklarından ötürü sönük olduklarını varsayarak yıldızların mesafelerini hesaplamaya başladılar. 1728’de Isaac Newton, Sirius’un bize Güneş’ten yaklaşık bir milyon kat daha uzak olduğu hesabıyla ortaya çıktı ki, bu hesap modem tekniklerle yapılan mesafe ölçümünden çok da uzak değildir. Bu noktadan itibaren, gezegen yörüngelerinin gerçek nitelikleri anlaşıldı, Güneş ve gezegenlere olan uzaklıklar geometrik teknikler kullanılarak saptandı ve astronomlar Güneş’in Dünya’dan 150 milyon km uzakta olduğunu öğrendiler (modem hesaplamalara göre 149.597.870 km). Antik uygarlıklara göre Güneş’e en uzak gezegen olan Satürn’dür Güneş’e bizim olduğumuzdan on kat daha uzaktır. Sadece iki yüzyıllık sürede, Dün yamerkezli Evren şeklinde görülen tüm her şey, astronomların düşünceleriyle geniş, muhtemelen sonsuz olan Evren’in küçük bir köşesine sıkıştırılmıştır.

Bu fikirlerin özümsenmesi, teleskoplar, astronomik fotoğrafçılık ve spektrum ölçümünün büyük sıçramayı yapacak seviyeye gelmesi iki yüzyıl daha aldı. Bu yolda büyük resim için, Güneş Sistemi’nde Satürn yörüngesinin ötesinde daha fazla gezegenin keşfi (Uranüs ve Neptün), yıldızlara olan uzaklığı hesap etmek için doğru tekniklerin gelişmesinden ve spektrum ölçümü sayesinde yıldızların neden yapıldığının açığa çıkmasından daha önemsizdi. 1920’lerin sonrasında, bu teknikler önce Evren coğrafyasındaki ve daha sonra Evrenin tarihindeki yerimizi daha iyi anlamamıza yol açtı.

Thomas Digges küçük teleskopuyla bizim Samanyolu dediğimiz ışık grubunun sayısız yıldızdan oluşmuş olduğunu gördü. Digges’in çalışmasından habersiz olan Galileo, birkaç on yıl sonra bağımsız olarak aynı buluşu gerçekleştirdi. Digges, teleskop sayesinde ortaya çıkarılan yıldız dizisinin her yönde sonsuza kadar yayıldığını düşünmüştü, ama 1750 gibi erken bir tarihte Durhamlı astronom Thomas Wright, An Original Theory or New Hypotesis of the Universe adlı ında Samanyolu’nun gökyüzünde bir ışık kümesi oluşturma biçiminin, değirmen çarkına benzettiği sonlu büyüklükte disk şeklinde bir sistemi gerektirdiğini tartıştı. Önemli olarak, Güneş’in bu yıldız tablosunun ortasında olmadığını fark etti. Aynı zamanda teleskoplar tarafından açığa çıkarılan ve nebula diye bilinen bulanık ışık lekelerinin Samanyolu’nun dışında olduğunu ileri sürdü.

Wright’m teorik muhakemesi zamanının çok ötesindeydi; 18. ve 19. yüzyılın teknolojisi ile yapılan gözlemlerle test edilemezdi. Samanyolu’nun Wright’m iddialarının ana hatları ile genel anlamda uyuşan, ama yaşadığımız Evren’in doğası hakkında daha kesin detayları da gösteren 20. yüzyıl gözlemlerine kadar, çalışması büyük ölçüde unutulmuştu.
1920’lerde yapılmış gözlemlerden başlayarak, Samanyolu’nun kabaca disk şeklinde bir sistem olduğunu ve kütleçekim tarafından bir arada tutulan, kendi ortak merkezleri etrafında yörüngeler çizen ve her biri genel olarak Güneş’imize benzer yüz milyarlarca yıldızdan oluştuğunu biliyoruz. Bu disk yaklaşık 100.000 ışık yılı (ya da astronomlar tarafından tercih edilen birimde, kabaca 30 kiloparsek) genişliğindedir; saniyede 300.000 km’nin biraz altında ilerleyen ışığın, diskin genişliğini katetmesi için 100.000 yıl gereklidir. Bir ışık yılı yaklaşık 9500 milyar km’dir.

Güneş, Samanyolu’nun merkezinden bu yolun üçte ikisi uzaklığında, yaklaşık bin ışık yılı (yaklaşık 300 parsek) kalınlığındaki disk düzleminde bulunmaktadır. Ancak Copernicus öncesi Evren anlayışının son derece ötesinde olan bu etkileyici istatistikler, Güneş’in yıldız sınıfının sıradan, şaşırtıcı olmayan bir üyesi olması gibi, galaksi sınıfının sıradan bir üyesi olan Samanyolu galaksisinin de uzaydaki sadece bir ada olduğu keşfiyle karşılaştırıldığında neredeyse önemsiz kalır.

Wright’m Samanyolu’nun doğası hakkındaki görüşleri gibi, nebulaların veya en azından bazılarının Samanyolu’nun ötesinde bulunduğuna ilişkin tahmininin doğru olduğu neredeyse kanıtlandı. Bazı nebulaların basitçe Samanyolu içerisindeki parlayan gaz ve toz bulutlan olmasına ve hâlâ aynı terimle ifade edilmesine rağmen, harici nebulalar şimdi galaksi diye adlandırdığımız şeylerdir. Galaksiler farklı şekil ve büyüklüktedirler, ama Samanyolu disk galaksiler sınıfının neredeyse tamamen ortalama büyüklükteki bir üyesidir. Bu Evren coğrafyasındaki yerimizin en uç tanımlamasıdır. Biz, yüz milyarlarca galaksinin içindeki sıradan bir galakside yüz milyarlarca yıldızdan biri olan, sıradan bir yıldızın etrafında yörünge çizeriz. Evren’deki yerimiz hakkında özel olan hiçbir şey yoktur.

Benzer Yazılar

Leave a Reply