Çılgın Çin Gezim

Çılgın Çin Gezim

Everett Kabul GörüyorÇin’de doğanın korunması projeleri 1958 yılında başlatılmış, panda çiftlikleri de 1963’te kurulmuştu. Bir ara Kültür Devrimi sırasında bu çiftliklerin bakımı ve yönetimi yasaklanmış ama 1976 yılında pandaların korunmasıyla ilgili bir karar alınarak tekrar faaliyetlerine izin verilmişti. Pandaların yaygın olarak yaşadığı altı dağ bölgesinde sadece 1100 hayvan bulunmuştu. Bizim gideceğimiz Wolong’da ise seksen panda korunmaya alınmıştı.

Hayvanlara verdiğimiz önem, kendi kendimize verdiğimiz değeri yansıtır. Kendi halkını ezen, aşağılayan ve açlığa terk eden bir yöneticinin gözünde hayvanlar ne kadar önemli olabilir ki? Keçi sürüleriyle yolları tıkayan genç çobanların arasından, inişli çıkışlı Wolong yolundan ilerledik. Mr. Tong gayet sakin görünüyordu. Bu bölgelerde bir süre yaşamış olduğundan bahsetti. Bir gün kamyonetinin kaputuna düşen koskoca bir kaya parçasının sıçrayarak yolun ortasında kaldığını ve günlerce trafiğin tıkandığını anlattı. Pandalara daxiongma diyordu: kediayılar. Ama hiç panda görmemişti.
Pandalar küçük, ağır hareket eden, utangaç ve kırılgan hayvanlardır. Doğduklarında boyları 15 santimetre, ağırlıkları 60 ile 130 gram arasındadır. Mağaralarda ya da ağaç kovuklarında yaşarlar. Beş yaşından sonra üremeye başlarlar. Çin’de bulunan yedi bambu türünden yalnızca ikisiyle beslenirler: Şemsiye ve ok bambuları. 1983 yılında ok bambularının çiçeklenerek ölmesi pandaların da soyunun tükenmesine yol açmıştır.

Hetauping Araştırma Merkezi nehrin kıyısına kurulmuştu. Sağlam demir kapılardan içeri girerek bir köprüden geçtik ve merkeze ulaştık. Spor ceket ve spor ayakkabılarla blucin giymiş üç genç adam bizi karşıladı. Onları biyolog sandım ama rehber olduklarını söylediler. “İngilizce bilen bir biyolog yok mu?” diye sordum. Son dört yıldır merkezde çalışan Kanadalı bir biyolog bir hafta önce ayrılmıştı. Görüşebileceğim bir bilim adamı yoktu ama etrafı dolaşabileceğimi söylediler. Pandalar betondan yapılmış pis barakalara konmuştu. Barakaların bir köşesine yığılmış bambular öylece duruyordu. Bölmelerden birine yaklaştım. Erkek bir panda bir kenara büzülmüş oturuyordu. Bambulara hiç dokunmamıştı.

“Pek bir şey yemiyor” dedi bakıcı ağzının kenarında bir sigara, kayıtsızca. Diğer bölmede bir dişi panda yüzükoyun yatmış, pençeleriyle yüzünü örtmüştü. “Onları ne zaman tekrar doğaya salacaksınız?” diye sordum. Adam omuz silkti. “Bunlar hasta oldukları için buradalar.” Gerçekten de hasta oldukları belliydi ama bence buraya hapsedildikleri için mutsuzdular; hasta değillerdi.

Ünlü biyolog George Schaller 1980 yılında Wblong’a pandaları incelemek için gelmiş, ancak insanların ve hayvanların birer eşya olarak görüldüğü bir ülkede kendini bulduğunu yazmıştı. The Last Panda onun verdiği mücadelenin belgelenişidir. Buralara gelip kendi gözlerimle bazı şeyleri gördükten sonra ona daha çok hak verdiğimi söylemeliyim. Bu hayvanlar kurbanlık koyun gibi bekletiliyordu. Her bölmenin kapısında merkeze bağışta bulunan kişilerin adları yazılıydı. “Ruby Fielding, doğa tutkunu.” Fielding’in korumaya aldığı panda, bir rehine gibi umutsuzca bakıyordu. Bu bağışların nerelere harcandığını merak ediyorum doğrusu. Mao’nun atom bombasıyla ilgili teorisini düşündüm.

Bir nükleer bombayla Çin’de milyonlarca insanın ölümü ne fark ederdi ki? Merkezdeki hediyelik eşya dükkânında panda tişörtleri, kahve fincanları ve kartpostalları vardı. Bakıcı yanımdan ayrılmış, diğer görevli arkadaşlarının yanına gitmişti. Aslında bakıcıların hiçbiri doğru dürüst iş yapmıyordu. Zavallı mutsuz pandalara içimden veda ederek oradan ayrıldım.

Ertesi gün kasabanın kuzeyindeki dağlık bölgede dolaşmaya çıktım. Merkezi gezmeye gelen yabancılar için inşa edilmekte olan bir otel binasında kalıyorduk. İnşaat henüz bitmemişti. Pislikten kahvaltı ve yemek servisi yapılamıyordu. Ama merkezin yönetim binasında bir dans salonu vardı ve yöneticiler tango, vals, fokstrot dersleri alıyorlardı.
Yıllar önce bir İngiliz biyolog tarafından çizilmiş bölge haritasında bir tapınak görmüştüm. Salonda dans edenlere tapınağa nasıl gidebileceğimi sordum ama omuz silkip bilmediklerini söylediler. Dağ yolunda karşılaştığımız işçiler de, sanki konuşmaya korkar gibiydi. İçlerinden biri cesaret edip karşıdaki tepelerin ardında eski  bir Lama tapınağı olduğunu ve köylüler tarafından yeniden inşa edildiğini anlattı. Rahiple konuşabileceğimizi söyledi. “Evindedir, çünkü hasta.

Nehir boyunca ilerleyerek yamaca tırmandık. Kerpiçten evlerin bahçelerinde sebze ve pirinç bahçeleri vardı. Bir örnek pembe an gora kazaklar ve daracık pantolonlar giymiş iki genç kadın bir domates tarlasında yabani ot topluyordu. Bir diğerinde mavi uzun elbiseleriyle köylü kadınlar çalışıyordu. Sichuan Eyaleti’nin bu kuzeybatı bölgesi, Tibet Özerk Bölgesi’nin sınırındaydı.

Eskiden Qi ang adında Tibetli bir azınlığın yaşadığı bölgeye, 900 yılında Tang hanedanı tarafından el konmuş ve elinden tarım alanları alman halk güneye, Wolong çevresindeki dağlık bölgeye göç etmek zorunda kalmıştı. Tarlaların arasından geçerken kimse bize aldırmadı. Sulama hendeklerinin arasındaki küçük patikalardan geçerken sadece köpekler havladı ama kulübelerinde zincirlenmiş olduklarından yolumuza devam ettik. Bu bölgede bambu kafeslerde domuzlar ve sağa sola koşuşturan tavuklar vardı. Evlerin saçaklarına kurumuş mısırlar asılmıştı. Domates tarlalarındaki ayrık otlarını ayıklayan bir köylü kadın bizi gülümseyerek selamladı ve işine döndü.

Bu tepeler, bir zamanlar pandaların bambularla beslenerek özgürce dolaştığı alanlardı. Bölge binlerce yıl hiç ekilmemişti. Lama rahibinin evine vardığımızda genç bir kadın kapıyı açtı. Biraz tedirgin görünüyordu. Alçak tavanlı bir hole açılan dört odalı evlerini bu genç kadınla kocası, yaşlı rahibe açmışlar ve bakımını üstlen  mişlerdi. Kadın rahibin uyuduğunu söyledi. Uyandırmamasını rica ettim ama o, “Sizlerle görüşmek isteyecektir” dedi.

Burada da, tavanda kurutulmuş mısırlar asılıydı. Bir kenarda kıvrılmış yatan kedi başını kaldırıp baktı ve tekrar uykuya daldı. Rahip elinde bir bastonla içeri girerken bahçedeki köpek havladı. Ufak tefek, kamburu çıkmış, saçları kırlaşmış yaşlı adam mavi cüppesinin üzerine keçi derisinden bir yelek giymişti. Gülümseyerek bize baktı. Ağzında diş yoktu. Genç kadın bizi avluya çıkardı, bir banka oturduk. Rahip de bir taşın üzerine oturup günün son ışıklarının vurduğu duvara sırtını yasladı. Yüzünü güneşe doğru verdi. Seksen yaşında olduğunu ve kendini pek iyi hissetmediğini söyledi ama tam olarak adlandırabileceği bir hastalığı da yoktu. Tapınaktaki üç rahipten en son kendisi kalmıştı, artık ondan sonra gelecek kimse yoktu. Bu bölgede doğup büyümüştü. Bir zamanlar, en kalabalık haliyle, sadece on sekiz ailenin yaşadığını anlattı.

O zamanlar böyle yollar yoktu. Dağlarda haydutlar dolaşır, herkes birbirini kollardı. Şimdi her şey hükümetin elinde. Yaşamak zorlaştı.

Bu kadar uzak bir bölgede nasıl rahip olabildiğini sordum. “Uç erkek kardeştik. Ailemiz çok fakirdi. Yiyecek bir lokma ekmeğimiz yoktu. Ben de aşağıdaki tapınağa giderek oradaki rahibe beni yanına almasını söyledim.”
Artık kardeşleri ölmüştü. Bölgede Tibetçe bilen tek kişiydi. Kültür Devrimi’nde tapınağı yakmışlardı ve o günden bu yana genç çiftin yanına sığınmıştı. “ Sessiz sessiz sutralarımızı okurduk. Kimseye zararımız yoktu.” Yüzüne muzır bir gülümseme yayıldı. “Kötü bir şeyler yapmadım denemez.” Genç kadının kocasına bir işaret yaptı. Adam kırmızı bir bohça getirip önüme koydu.

İnce çıtalara tutturulmuş dar uzun kâğıtları bize göstererek, “Bunlar Tibet el yazmaları” dedi. Rüzgârdan bir iki sayfa yere uçtu. Kâğıtları toplarken neredeyse elimde dağılacaklarından korktum. “Bunları devrim sırasında saVladım. Eğer yetkililer fark etseydi beni öldürürlerdi.”

Bana bazı pasajları okumasını istedim. Yaşlı rahip kâğıtlardan birini alıp okumaya başladı ama okumuyor şarkı söylüyordu. Kırışmış yüzü gölgede kalmıştı, sesi çok berraktı. Rüzgârla sallanan kurutulmuş mısır koçanlarının çıkardığı sesle rahibin ilahisi de rüzgâra karıştı.

Bohçayı tekrar kapadık. Rahip bohçayı eline alarak alnına değdirdi.
“Her sabah ve her akşam bu ilahileri tekrarlar” dedi genç kadın. Avlunun bir köşesinde tek elinde eleğiyle tahılları ayıklıyor, diğer kolunda ise bebeğini taşıyordu.

Lama rahibine bir sigara ikram ettim. Bir süre sigarayı elinde tuttu sonra ateş istedi. Rüzgârdan kibrit bir türlü yanmıyordu. Bu, onu çok eğlendirmişti. Sonunda sigarası yandı ve derin bir nefes çekerek yeni yapılmakta olan tapınağa doğru baktı.

“Bu tapınağı yıkanlar yeniden yaptırıyor. Hiç anlayamıyorum!” dedi. Oradan ayrılırken yüksek dağlara doğru şöyle bir baktım. Acaba yaşlı rahip hiç panda görmüş müydü? Hayır, görmemişti. “Ama aşağıdaki vadide onları avlayıp yiyorlar” dedi.

Chengdu’dan ona getirdiğimiz portakal torbasını verdim. “Aşağıdaki vadiye Han Çinlileri yerleşti” diye devam etti. Biz Tibetliler bu verimsiz topraklarda kaldık. Bizi cezalandırdıklarını sanıyorlar ama anlamadıkları bir şey var. Bu dağlarda ruhlar yaşar. Toprağın verimsiz olması kimin umurunda! ”

Benzer Yazılar

Leave a Reply